Yükleniyor, lütfen bekleyiniz.

İbn Haldun Akademi'de İslam Düşüncesi, Şehir ve Sinema Bağlamında Estetik Son Kez Ele Alındı

24.05.2023
İbn Haldun Akademi'de İslam Düşüncesi, Şehir ve Sinema Bağlamında Estetik Son Kez Ele Alındı
İlki "Estetik" teması etrafında düzenlenen İbn Haldun Akademi Bahar Seminerleri'nin üçüncü hafta oturumları 20 Mayıs Cumartesi günü boyunca Külliyemizde yüz yüze ve aynı zamanda Zoom üzerinden çevrimiçi bir şekilde yoğun bir katılımla gerçekleştirildi.

Prof. Dr. Alev Erkilet’in “Kent ve Estetik” başlıklı seminerinin üçüncü oturumu ile başlayan program, Dr. Vahdettin Işık’ın “Estetik Bir Hayat Alanı Olarak İslam Şehrinde Yaşamak” seminerinin üçüncü oturumu ile devam etti. Öğle arasının ardından Dr. Hasan Ramazan Yılmaz’ın “Sinemanın Estetik Kökenleri, Dünü ve Bugünü” başlıklı seminerinin üçüncü oturumu gerçekleştirildi. Seminerlerin öncesinde, Kahoot uygulaması üzerinden yarışma yapılarak kazananlara konuşmacılarımızın eserleri hediye edildi.

Hocalarımızın seminerlerinin üçüncü ve son oturumları ile başlayan program, Prof. Dr. Burhanettin Tatar’ın "İslâm Estetiğinin Hermenötik Karakteri" başlıklı konferansı ile devam etti. Konferansın ardından İbn Haldun Akademi Bahar Seminerleri'nin üçüncü hafta programı tamamlanmış oldu.

Gündelik Hayatın Estetiği

Prof. Dr. Alev Erkilet, “Kent ve Estetik” başlıklı seminerinin üçüncü oturumunda, şehirlerin sadece yaşam alanı olmakla kalmayıp aynı zamanda çok karmaşık ilişki ağlarından oluşan bir insan ilişkileri sistemi olduğunu unutmamak gerektiğini belirterek sözlerine başladı. İslam şehirlerinde, özellikle Osmanlı şehirlerinde davranışsal kültür bileşeni açısından tevhit ilkesinin nasıl somutlaştığını ele alacağından bahsetti. Şehirdeki bu somutlaşmayı incelemek için en uygun yerin ilişkilerin içinde kristalleştiği mahalleler olduğunu ifade eden Erkilet, İslam ve Osmanlı mahalleleri çok kültürlü, dilli, dinli, sınıflı/tabakalı olmasına rağmen bir ötekileştirme ya da ayrıştırmaya dayanmayan tam aksine birleştirici, içerseyici kapsayıcı ve en önemlisi müzakereye dayanan kamusal alanlar barındırdığını aktardı. Müzakere kültürünün gündelik hayat ilişkilerinin bir parçası halinde olmasının, şahsi mülkiyet anlayışındansa ortak huzur ve mutluluğun önemsenmesini sağlayan en önemli unsurlardan biri olduğunu ifade etti. Ayrıca, çokluk içinde birlik, birlik içinde çokluk anlayışı üzerine kurulu bu mahallelerde, sosyal ayrımları aşarak sakinlerini bütünleştiren bir yapı ve yatay dayanışma ağları sayesinde yoksulluğa karşı mekanizmalar olduğunu ekledi. Bu yapı ve mekanizmalara örnek olarak muvakkithane ve sadaka taşlarına değinen Erkilet, bu yapıların şehir ile tevhit arasındaki bağı da güçlendiren yapılar olduğunu söyledi.

Son olarak, modernleşme ve kapitalizme eklemlenme sürecinde neler değiştiğinden söz eden Erkilet, bu süreçte mahalleler homojenleştikçe, insanlar sadece kendilerine benzeyen insanlarla komşu olmaya başladıkça ayrışmanın başladığından; tek kültür, tek etnik köken, tek inanç empozesi ve mülkiyet ile gelirin öteki her şeyin üzerindeki en önemli faktör olarak kabul edilmeye başlanması ile sınıflı toplum olma sürecinin hızla arttığını ifade etti. Eskiden haneler arasında örülen duvarlar, sadece mahremiyet amacına hizmet edip ayrıştırma ya da sınıfsal ve kültürel dışlama amacı taşımazken günümüzde duvarların artık bize benzemeyeni, “öteki”ni dışarıda tutmak için kullanılan bir şey haline dönüştüğünün yani çokluk içinde birliği kaybetme riski olduğunun altını çizdi.

Bir Hayat Alanı Olarak Şehir ve İslam Şehri

Dr. Vahdettin Işık “Estetik Bir Hayat Alanı Olarak İslam Şehrinde Yaşamak” başlıklı seminerinin son oturumunda hayat alanı olan şehirler ve İslam şehirlerini diğer şehirlerden ayıran özellikler üzerinde durdu. Şehrin aslında bir hafıza olduğunu ve bu hafızanın içinde doğan insanların buna göre yetişip şekillendiğini belirterek sözlerine başlamasının ardından bu hafızayı inşa ederken dikkat edilmesi gerekenlere değindi. Bunun için insan fıtratının özellikleri ile insan ilişkilerinin-toplumsallığın doğasını ve üzerinde yaşadığımız fiziki varlığın tabiatını bilmemiz gerektiğini söyledi. Ancak böylece insanın, toplumun ve tabiatın fıtratıyla uyumlu bir ilişki tesis edilebileceğini belirtti. Yani bir hayat alanı olan şehri inşa etmeden önce insanı iyi tanımak; özelliklerini, ihtiyaçlarını yeteneklerini ve kapasitesini iyi anlamamız ve o şehri insanın insan olarak kalmasına imkân veren bir hayat alanı olarak düşünmemiz gerektiğini aktardı.

İslam şehri söz konusu olduğunda ise İslam’ın yaşandığı şehir olarak özetleyebileceğimizi söylemesinin ardından bir şehrin İslam şehri olabilmesi için gereken birkaç özelliğe değinen Işık, bunları farklılıklara açık olmak, farklılıkları bir arada barındırabilmek ve imar edebilmek şeklinde örneklendirdi. “İslam medeniyetinin özü, esası, temel ilkesi nedir?” diye sorulduğunda ise adalet veya merhamet cevapları verilebileceği fakat inşa eden bizler olduğumuz için bu inşaya önce evlerimizden başlamamız gerektiğini çünkü evde yoksa kamusal alanda mümkün olamayacağını belirtti. Eskiden İslam şehirleri tabiatla uyumlu ve mabet merkezli iken şimdilerde şehirlerimizin finans ve AVM merkezli olduklarından ayrıca merkezdeki görkemli binaların devlet binaları olmaya başladığına değindi. Ayrıca şehri inşa etmek için önce insanın, tabiatın ve toplumsal gerçekliğin doğasını kabul etmek ve bunları görmezden gelmemek gerektiğinin altını çizdi. Bunları kabul etmeyenlerin insanı ve şehirleri formatlayabileceğine inanmaya başlayarak sebep-sonuç ilişkisi ile uluhiyyet ve ubudiyyet ilkelerini değiştirebileceklerine inanarak Tanrı olmak istemeye başladıklarının görüldüğünü ifade etti. Fakat İslam şehirlerinde bunların unutulmadan hesaplaşmayı göze almak zorunda olarak yaşamamız gerektiğine dikkat çekti.

Türk Sinema Tarihi’nde Film Dilinin Gelişimi

 “Sinemanın Estetik Kökenleri, Dünü ve Bugünü” başlıklı seminerinin ilk haftasında, Dr. Hasan Ramazan Yılmaz sinemanın her aşamasının imgelerden oluştuğunu, bu imgelerin bazen doğanın bir kopyası, bazen kutsal olanın bir tasviri, bazense tecrübeye dayanan, taklit ile hakikate ayna tutma vazifesi üstlenen imgelerden oluştuğuna değinmişti. İkinci haftada ise hareket ve zaman merkezli olmak üzere iki ana başlığa ayrılan imge tiplerini; tiyatronun ya da edebiyat, hikâye ve roman gibi anlatı geleneklerinin sinemaya referans olmasından ve sinemanın kökenleri olarak düşünülen sanat formlarından olduğundan söz edip sinemanın referans sanatlarından ayrışıp kendi formunu, düşünsel yapısını, asli vasıflarını bulması ve diğer sanat formlarından ayrışmasının nasıl gerçekleştiğini aktarmıştı. Bu hafta ise geçen haftalarda sinema genelinde ele aldığı bu konuların Türk Sinemasının gelişim eksenindeki yerini ve bu gelişimde film dilinin nasıl seyrettiğini ele aldı.

1940’lara kadar tiyatro biçimi etkisinde kalmasından dolayı Türk Sinemasının kendi formunu bulması, biçimsel olarak sinemaya ve topluma yakınlaşması sürecini incelemeye 1940’lı yıllardan başlayan Yılmaz, bu dönemde atılan ilk adımların Avrupa’ya giderek modern anlatı dilini gözlemleyen yönetmenler aracılığıyla atılmaya çalışıldığından fakat kemikleşmiş olan Türk sinemasının değişim ve modernleştirilmesinin kolay olmadığından söz etti. Yine de uzun yıllar alsa da bu dönemde teknik ve ekonomik anlamda birtakım yeni düzenlemeler yapıldığını belirtti. Çekim açıları, ölçekler ve teknik özelliklerde yaşanan bu çeşitli değişimleri dönemin filmlerinden birkaç sahne izleterek örneklendirdi. Daha sonra 1950’li yılların Türk Sinemasını ele alan Yılmaz, 1940’larda yaşanan değişimler sonucunda ortaya çıkan değişimler sayesinde 1950’li yılların “sinemacılar dönemi” olarak adlandırıldığını belirtti. Bu yıllarda “dış gerçek mekân” kullanımının artarak mizansenin yeni parçası haline geldiğinin ve kamera hareketlerinin görsel dilin kurucusu konumuna evrildiğinin gözlemlenebileceğinden bahsetti. Son olarak, popüler Türk sineması yani nam-ı diğer Yeşilçam sineması olarak adlandırılan sinema geleneğinin özellikleri ve yapısı üzerinde durarak modernleşme süreçlerinin yarattığı kimlik bunalımına değindi.

İslâm Estetiğinin Hermenötik Karakteri

Prof. Dr. Burhanettin Tatar, "İslâm Estetiğinin Hermenötik Karakteri" başlıklı konferansında sözlerine İslam sanatlarında görülen yaklaşımlara ve hermenötik kavramının ne olduğuna değinerek başladı. İslam sanat eserlerinde dünyada gördüğümüzden farklı bir şey gördüğümüzden ve soyutlama yoluyla gerçekleştirildiği için bu dünyanın soyut bir dünya olduğundan bahsetti. Daha sonra burada kullandığı soyut kavramını açarak yorum gerektiren anlamına geldiğini yorum yoksa zaten o sanat eserinin anlamına doğrudan erişebilir olduğunu ancak bir eser hermenötik karaktere sahipse bu eserin anlamına ve dünyasına yorumlamaksızın erişilemeyeceğini aktardı.

Daha sonra İslam sanatları özelinde soyut yorumsallığını ele alarak İslam sanatlarının nesnenin kendisini değil hadise olarak nesneyi çizdiğine; hadiseler soyut olduğu için İslam sanatlarının soyuta yönelmesinin fiziği aşma çabası değil hadise soyut olduğu için mecbur onu soyut çizmek zorunda olduğundan söz etti. Bu soyut yorumsallığı, minyatür sanatından örneklere vererek, örneğin çizilenin padişahın kendisi değil padişahlık olduğunu ya da çizilenin peygamberin kendisi değil nübüvvet hadisesi olduğunu belirtti. Ardından bu bağlamda “hadise”yi iki başlığa ayırıp bunlardan ilkinin “sanat eserlerinin konu edindiği hadise” diğerinin ise “sanat eserine bakan kişide vukuu bulan hadise” olduğunu söyledi. Dolayısıyla İslam sanatlarını kategorize ederken başka türlü bakmamız gerektiğini çünkü sanat eserlerinin bizi dönüştürmeye, başka türlü olmaya, bakmaya ve düşünmeye zorladığını böylece farklı anlam dünyalarını açığa çıkararak varlıklara daha başka bakıp olayları daha farklı anlayabilmemizi ve en önemlisi daha farklı biri olabilmemizi sağlayabileceğini ekledi.

Hermenötik kavramını kısaca; “insanın daima kendi dışına çıkarak kendine geri dönmesi” olarak özetleyen Tatar, bizim dışımızdaki şeylere yönelmeden kendimizi anlayamayacağımızı, hermenötik ile ortaya çıkan karıştırma ve karşılaşma tecrübesi içinde kendimizi anlayabileceğimizi ekledi. Bu bağlamda bakıldığında İslam sanat eserlerinin, insanların birbiriyle ya da Allah ile arasındaki ara bir mekân olduğunun altını çizerek sanat eserinin ne tamamen beşerî dünyaya ne de ilahi dünyaya ait olmayan ama daima farklı unsurlar arasında duran bir şey olduğundan bahsetti. Bu ara mekân sayesinde başka türlü bakmayı öğrenmeyip bu ara mekân tecrübesini yaşamadığımız sürece kendi dünyamız içinde tıkalı kalacağımızı belirterek insanın kendisini ve diğer insanları anlamak için bu ara mekanlara muhtaç olduğundan söz etti.

Son olarak, estetik idealizmi söz konusu olduğunda sıklıkla “Allah mutlak güzeldir ve sanat eserleri de bize bu mutlak güzelliği hatırlatırlar.” cümlesiyle karşılaştığımızı fakat bu “saf ve mutlak güzellik” düşüncesinin Kuran’dan değil Aristo’dan geldiğini; halbuki Kuran’a göre Allah’ın güzelliklerinin sadece bu dünya ile sınırlı olmadığı gibi öte dünyada da açığa çıkacak olan güzellikleri olduğuna dikkat çekti  Allah bize güzelliği vaat ettiği için Allah mutlak güzelliktir demektense Allah aktüel ve potansiyel güzelliktir demenin daha doğru olacağını çünkü mutlak ve saf güzellik düşüncesinin yoruma kapalı ve pasifleştiren bir yaklaşım olduğunu bu yüzden güzellik düşüncesinin bizim için daima aktif olarak üretilen ve potansiyel bir konumda olması gerektiğinin altını çizdi.

İbn Haldun Akademi Bahar Seminerleri, 27 Mayıs Cumartesi günü; Doç. Dr. Enis Doko, Prof. Dr. Halil Berktay ve Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’ın seminerlerinin birinci oturumları ile Günseli Kato’nun “Doğu Sanatlarında Estetiğin İzi” başlıklı konferansıyla devam edecek.

Detaylı bilgi: https://ibnhaldunakademi.com

Fotoğraflar