Yükleniyor, lütfen bekleyiniz.

Halil Berktay: Üniversiteye ve Kendimize Duygusal Derinliğimizi Nasıl İade Edebiliriz? Herhalde Buna Uğraşıyorum

11.11.2021
Halil Berktay: Üniversiteye ve Kendimize Duygusal Derinliğimizi Nasıl İade Edebiliriz? Herhalde Buna Uğraşıyorum
“Müziğin Sosyal Tarihi” olarak da nitelenebilecek sohbetler hakkında, Halil Berktay’la uzun bir söyleşi yaptık. Klasik müzik zevkini ilk edindiği çocukluğu ve gençliğini anlattı. Şiir ve resim alanlarına da girdi. Kâh Nâzım Hikmet’ten, kâh Can Yücel’den örnekler verdi. Tarihçiliğinde neyin öne çıktığı hakkında yüksek sesle düşündü.

Öğrencileri “birlikte öğrenmek, meraklandırmak, heyecanlandırmak istediği insanlar; ortak bir bilgi projesinin tarafları” olarak gören Prof. Halil Berktay, birikimini gençlerle paylaşmaya devam ediyor. Bir süredir yaptığı haftalık “Music Appreciation” konuşmaları bunun bir parçası. Tarih Bölümü ve SKS işbirliğiyle 2019-2021 Akademik Yılı’nda başlayan ancak salgın dolayısıyla ara verilen seminerler, yüz yüze eğitim ve etkinliklerin yeniden başlamasıyla, 2021-2022 akademik yılında kaldığı yerden devam ediyor.

“Müziğin Sosyal Tarihi” olarak da nitelenebilecek bu sohbetler hakkında, Halil Berktay’la uzun bir söyleşi yaptık. Klasik müzik zevkini ilk edindiği çocukluğu ve gençliğini anlattı. Şiir ve resim alanlarına da girdi. Kâh Nâzım Hikmet’ten, kâh Can Yücel’den örnekler verdi. Tarihçiliğinde neyin öne çıktığı hakkında yüksek sesle düşündü. Hayli uzun ve etraflı cevaplarını aşağıda sunuyoruz.

Hocam, dünyada Music Appreciation diye bir çalışma-araştırma alanı olduğunu görüyoruz. Bize bu alan hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz? Bir de, Türkçede Music Appreciation’ın tam bir karşılığı var mı? Yoksa, -tam karşılamayacak da olsa – nasıl bir Türkçe karşılık önerebilirsiniz bu başlığa?

İkincisinden başlayalım. Müzik zevki denebilir, müzik anlayışı denebilir, müziği dinlemek ve anlamak denebilir, izahlı müzik denebilir, izahlı müzik dinletileri denebilir. Kilit sözcük appreciation. Zevke, beğeniye, hoşlanmaya, takdir etmeye denk geliyor. Tam böyle appreciation kadar güzel, cuk oturan bir sözcük yok Türkçede, ama aşağı yukarı bunlarla karşılanabilir.

“Bir Şey Yapılmış Ama Nasıl Yapılmış, Neden Çok Güzel Buluyoruz, Neden Çok Zevk Alıyoruz; Sohbetlerimiz Bir Kere Bu Katmanı İçeriyor”

Şimdi dünyada, Batıda, özellikle Amerikan üniversitelerinde yapılış tarzı başka, benim yapmaya çalıştığım şey, tutturmaya çalıştığım düzey başka. Üniversiter düzeyde yapıldığında, Müzikoloji genel başlığı altında bir branş veya bir ders konusu. Müzisyenlere, müzik yapanların kendilerine yönelik bir konu veya ders değil. Âşikâr ki Juilliard’da, Curtis Institute’da, Eastman’da, New England Conservatory’de,  ya da Yale’in, Harvard’ın müzik fakültelerinde şan, keman, piyano, viyolonsel çalışan birilerine Music Appreciation dersi vermezsiniz, veremezsiniz. Çünkü zaten yaşadığı hayatın, gelecekteki kariyerinin, mesleğinin bir parçasıdır bu; klasik müzik nasıl dinlenir, müzikten nasıl zevk alınır diye ayrı bir ders görmesine ihtiyaç yok. Dolayısıyla şu söylenebilir: Music Appreciation ders olarak verildiği her yerde, müzisyen ve müzikologlar dışındaki bir kitleye, amatör bir dinleyici kesimine yöneliktir. Genç insanlar üniversitede müzisyen olmayacak, orkestrada çalmayacak, profesyonel konser piyanisti olmayacak, ama ne bileyim Fizik, Kimya, Tarih veya Sanat Tarihi okurken biraz da müzikle ilgili dersler almak, bir parça müzik teorisi öğrenmek istiyor. Bu ihtiyacı Music Appreciation’la karşılayabilirler.

Sonuçta, Amerika’da lisans öğreniminde bu başlıkla yer alıyor. Klasik Batı müziğinin temel unsurları nelerdir, nasıl inşa edilir, notalar, seslerin ıskalası, aralıklar, armoni, farklı beste türleri (senfoni, konçerto vb), sonata formu denen yapı, giriş, birinci tema, modülasyon, ikinci temaya geçiş, akorlar, akorların birbiriyle uyumu — bütün bunları, yani müziğin ifade tekniklerini tanımaya ve anlamaya yönelik, bu temel katmanları içeren dersler çıkıyor karşımıza. Şöyle diyeyim; örneğin bir Beethoven sonatı, bir Schubert “fantasia”sı dinliyoruz ve çok güzel geliyor kulağımıza. Ama neden güzel geliyor? Nasıl yapılmış, iç yapısı nasıl kurgulanmış ki kulağımıza o kadar güzel geliyor? Piyanoda sol elin çaldığı akorlarla sağ elin çaldığı diyelim üçlemeler arasında nasıl bir ilişki kurulmuş ki çok uyumlu geliyor, çok armonik geliyor bize? Dinliyor ve zevk alıyoruz. Fakat tipik bir amatör dinleyicinin bunu teşhis etme kapasitesi yoktur teknik bakımdan. Michelangelo’nun bir heykelini görüyorsun da hayran oluyorsun. Fakat onu nasıl yaptığını bilmiyorsun aslında. Yani çekiç ve kalem ile çat çat çat çat mermeri nasıl kesiyor, gözüyle neyi görüyor ve hesaplıyor, neden yanlış kesmiyor, nasıl kafasında onu üç boyutlu olarak görebilip tasarlayabiliyor, bunu bilmiyoruz tabii. Bunu biraz bilebilmek için bir heykel atölyesine gidip az buçuk izlememiz, gözleyip dinlememiz gerekir. Bu da mesela Sculpture Appreciation, yani heykel zevki veya heykeltraşlığı anlama dersi olabilir. İşte Music Appreciation biraz bunun karşılığı. Bir şey yapılmış ama nasıl yapılmış, neden çok güzel buluyoruz, neden çok zevk alıyoruz; bir kere bu katmanı içeriyor.

Bunun ötesinde, daha basit bilgiler de söz konusu. Örneğin opera, oratoryo, operet, senfoni, konçerto nedir; sonat, trio, kantat, yaylı sazlar kuarteti nedir; dini formlar, devam edegelen dini beste biçimleri nelerdir; hangileri tamamen dini müziğin dışına çıkmıştır, ya da mesela çalmanın, performansın zorlukları nelerdir; bu gibi konular da geliyor gündeme. Ben dünkü (2 Kasım 2021 tarihli) Schumann sohbetimde Toccata op. 7 diye bir parçasını dinlettim ve üzerinde konuştum biraz. İnanılmaz zor bir parmak egzersizi. Biraz şunu anlatmaya çalıştım, kendim müzisyen olmadığım halde; her şey bir yana, burada nasıl bir fiziksel eğitim ve hazırlık var, anlıyor musunuz? Büyük bir piyanist neden süper kondisyon sahibi bir atlettir, bir bakıma? Sırt ve omuz kasları, kolları, dirsekleri, bilekleri ve parmaklarını düşündüğümüzde, neden müthiş bir fiziksel efor ve kapasite olmadan böyle çalınamaz; biraz amatörce bunlardan da bahsetmeye çalıştım.

Bir de “kas hafızası”ndan bahsettiniz aynı sohbetinizde…

Evet, kas hafızası, yani muscle memory. Gene atletizmi düşünün, meselâ yüksek atlamayı veya 110 metre engelli koşmayı. Sporcu çıtaya yaklaşırken veya depardan sonra ilk engele gelirken, kafasında düşünmüyor, şimdi şunu sonra şunu yapacağım diye. Öyle düşünmeye başlarsa bitti zaten. Antrenmanlarda yüzlerce, binlerce defa yapmış aynı hareketleri; işte o kas hafızası devreye giriyor, düşünmeden yapıyor ve 2.25’i geçmeyi ya da ön bacağını engelin üzerinden aşırmayı başarıyor. Onun gibi. Biz gözle takip edemiyoruz, Schumann Toccata’yı (veya çok zor ve çok hızlı başka bir parçayı) çalan piyanistin parmaklarını. Klavyeye hiç bakmadan, kafası havada, kendinden geçmiş, gökyüzünde bir şeyler görür gibi, ama parmakları inanılmaz bir hızla siyah ve beyaz tuşlara basıyor, akorlar dökülüyor, eller üstten alttan kesişiyor, sol el gidiyor sağ uçtaki en tiz notalarda bir şeyler çalıyor… Nasıl olabiliyor, bunun ardında sadece yetenek değil, küçük yaştan itibaren nasıl bir çalışma var, nasıl bir emek var? İşte bunları da konuşuyoruz zaman zaman.

Şimdi ideal olarak, yani üniversiter düzeyde ve bu işin profesyonelleri tarafından verildiğinde, Music Appreciation yani müzik dinleme ve anlama dersleri bütün bu unsurları içeriyor. Türkiye’de konservatuarlarda da, bilmiyorum ama veriliyorsa böyle veriliyordur sanıyorum.

Hocam, üniversitemizin 2017-2018 Akademik Yılı Açılış Dersi’nde şöyle bir cümle kuruyorsunuz: “… Üniversite bunu yapabilmek için, tek tek bireylerin dar amaç ve ihtiyaçlarının çok ötesinde, hepimizin ancak küçük bir kısmını tüketebildiğimiz muazzam bir bilgi ve öğrenme evreni kuruyor.” Bu “muazzam bilgi ve öğrenme evreni”nde, “Music Appreciation” gibi ders-dışı, gönüllü katılımın olduğu fakat başka yerlerde de kolay kolay katılma imkânı bulamayacağınız faaliyetler nerede duruyor?

Hemen altını çizeyim ki ben üniversitelerde lisans düzeyinde işin profesyonelleri tarafından verilebilecek ve verilmesi gereken tarzda müzik zevki derslerinin olağan içeriğinin ancak çok küçük bir kısmını yapabiliyorum. Çünkü müzikolog değilim, yani kompozitör ne yapmış da kulağımızda bu güzellik hissi uyanıyor, bunu müzik teorisi açısından izah edebilecek durumda değilim. Ben çok daha azını ve ancak şu kadarını yapıyorum. Bir; belli başlı kompozisyon biçimlerini yeri geldikçe basit biçimde tanıtmak. İki; bestecileri kendi çağları ve dönemleri içinde, biraz hayatlarıyla, başlarından geçenlerle, yaşamları ve ölümleriyle ve belli başlı eserleriyle tanıtmak. Üç; eserlerinden örnekler çalıp dinletmek, biraz ipuçları vermek, şuraya dikkat edin veya burası size ne düşündürüyor, besteci ne anlatmaya çalışıyor olabilir kabilinden. En azından ilk ikisi, meraklısının aslında bir ansiklopediyi açıp veya Wikipedia’ya dalıp okuyabileceği şeyler aynı zamanda. Ama diyelim ki çocukları, beni dinleyenleri bu zahmetten kurtarıyorum; daha komprime ve hazır bir şekilde anlatmaya çalışıyorum.

Kısaca “müziğin sosyal tarihi” denebilecek bir şey yapmayı umuyorum. Yani bestecileri ve eserleri o tarih dönemi içine, mesela 19. yüzyıl veya 19. yüzyılın bir alt dönemi içine, ya da Almanya – Avusturya ortamına veya Finlandiya ortamına veya Rusya ortamına, aynı zamanda çağın belli başlı ideolojik, entellektüel akımları çerçevesine oturtmaya çalışıyorum. Meselâ bu 2021 Güz dönemi sohbetlerinde Romantik Besteciler ile Ulusal Besteciler denilenleri ele alıyorum ki, bunu da 19. yüzyılın Romantizm ve Milliyetçilik akımları içine oturtuyorum. Fakat bir kere bu, üniversiter düzeyde, lisans öğretiminde yer alan, standart anlamıyla Music Appreciation derslerinin içeriğinin çok küçük bir kısmı. Olabilecek en basit kısmı; bir aydının anlatabileceği ve anlayabileceği kadarını içeren kısmı. Benzer derslerin, konservatuarı bir yana bırakırsak, başka üniversitelerde de bu genellik düzeyinde olduğunu sanıyorum. Veya herhalde bundan daha fazlasıdır; bundan daha azının olabileceğini düşünemiyorum. Belki Boğaziçi’nde veya ODTÜ’de bundan fazlasını içerecek şekilde vardır ve oralarda da insanlar o kampüse, o öğrencilere ekstra kültür unsurları vermeye, hayatlarına yeni renk ve zenginlik unsurları katmaya çalışıyorlardır.

“Türkiye’nin Kampüsleri ve Öğrenci Yaşantıları, Bir Bütün Olarak Hayli Yoksul ve Yeknesak Kalıyor Batıya Kıyasla”

Şu aşikâr: genel olarak Türkiye’nin kültürel yaşantısının, nasıl diyelim, o çok bulanık kavram var ya Batı diye tarif ettiğimiz, yani işte o Batıyla kıyaslandığında, Avrupa veya Kuzey Amerika’yla kıyaslandığında, o renklilik ve çeşitliliği, o derinliği içermediği ortada. Hele üniversitelerin kültürel hayatı daha da zayıf. Amerika’nın belli başlı üniversitelerinde, öğrencilerin belirli gruplar halinde bir araya gelip müzik yapmadığı bir kampüs tasavvur edemezsiniz. Hem her türlü müziği, hem özel olarak klasik Batı müziğini kastediyorum. Yale’in, Harvard’ın öğrenci orkestraları, doğrudan doğruya lisans öğrencilerinin çaldığı orkestralar, Türkiye’deki en iyi orkestralar ile rahatlıkla yarışır. Çok üstün bir performans düzeyleri söz konusudur. Çünkü toplumun kültüründe bu var. Küçük yaştan, aileden keman çalarak, piyano çalarak, çello çalarak, trompet, trombon vb çalarak geliyorlar. Bu apayrı bir konu; geliriz buna da. Klasik müziğin kökleri ve nasıl geliştiğiyle ilgili bir mesele. Ama sonuçta böyle bir olay var tabii. Sırf müzik de değil; her türlü kulüp, sanat, dergi, öğrenci birlikleri, politik partiler (kampüs partileri), dinî cemaatler, gazete, tiyatro, spor takımı, üniversitelerarası ligler… Türkiye’nin kampüsleri ve öğrenci yaşantıları, tabii üniversiteden üniversiteye de farklar var ama, bir bütün olarak hayli yoksul ve yeknesak kalıyor o çeşitlilik ve çoğulluğun yanında. Aşırı kuralcılık ve yasakçılığın da payı var bunda, gerekli tolerans kültürünün olmamasının da. Tabii maddî olanakların çok daha sınırlı olmasının da. Ama (belki bütün bunlar sonucu oluşan) güvensizlik ve konformizm alışkanlığının da.

Bize, İHÜ’ye gelince; yeni ve küçük bir üniversiteyiz kuşkusuz. Daha beşinci yılımızdayız. Ama bizde de, kampüsteki kültürel faaliyetlerde belirli bir darlık ve yeknesaklığın belirdiğini gözlüyorum. Bir cüret, cesaret ve muhayyile eksikliği olduğunu düşünüyorum. Belirli kalıplar, belirli sınırlar içinde cereyan ediyor çeşitli aktiviteler. Benimkisi, bunun biraz daha zenginleşmesine, renklenmesine katkıda bulunmak. Çeşitli kültür dünyalarının farkına varmak/vardırmak. İnsanlığın inanılmaz serüvenine tarih, sanat, edebiyat, müzik ve felsefeyi örtüştüren, içiçe geçiren bir bakış kazandırmak. Tarihe tarih üzerinden açılmak gibi, tarihe resim, edebiyat ve müzik üzerinden de açılmak. Bilgimizin zenginleşmesi yoluyla, duygu ve düşünce âlemimizi zenginleştirmek. Ufkumuzu açmak. Estetikle, bir güzellik duygusuyla ruhsal gelişmemize destek sağlamak.

Yine bu bağlamda, “Music Appreciation” seminerlerinin nasıl ortaya çıktığı hakkında neler söylemek istersiniz, hayaliniz neydi bu seminerlere dair?

Bir kere bunlara seminer demek çok fazla olur; önce onun altını bir kere daha çizeyim. Durup dururken benim kafamdan çıkmadı; ikinci olarak da onu ekleyeyim. İki yıl önce, o zamanki SKS direktörü Selman Dilek ve Can Gülbal birlikte bana gelip SKS şemsiyesi altında bir veya birkaç müzik konuşması yapmamı önerdiler. Şimdi tam neydi vesilesi, hatırlamıyorum. Ama belirli bir çerçeve söz konusuydu.

Evet, şöyleydi hocam: Farklı disiplinlerin müziğe bakış açısı ile ilgili bir konuşma dizisi planlıyorduk. İşte mesela sosyolojiden müziğe bakış, psikolojiden müziğe bakış, tarihten müziğe bakış gibi. İş tabii buraya evrildi. Çok daha güzel oldu.

Galiba ilk başta bana ayda bir konuşma yapmamı önerdiler. Ben âdetâ refleksif olarak yapamam, yaparsam haftada bir yaparım dedim. İki açıdan yapamazdım. Bir; doğrudan doğruya konunun hacmi bakımından. Ayda bir, yani dönem başına böyle üç konuşma yaparsam, o kadar soyut geçeceğim ki konuları, o kadar yüzeysel, o kadar üstünkörü olacak ki, kim ne anlayacak? Bir konuyu soyut genelleme ve klişeler düzeyinde bıraktığınızda, onun pek faydası yok. Klasik müzik şudur budur diye, kısa bir sözlük maddesinde sarfedilebilecek cümlelerden ibaret kalırsa anlatımınız, somuta inmezse, dinletmezseniz, duyurmazsanız, farklarını anlatmazsanız, olmaz, hiçbir şeye yaramaz. Benim sonuçta iki yıl önce başlayan o dizide, sırf klasik müziğin kökenlerini, belli başlı enstrümanlarını ve belli başlı enstrüman gruplarını anlatmam dört beş hafta sürdü. Trio deyip geçemezsiniz ki; bakalım çocuklar trio veya üçlü nedir biliyor mu? Yaylı çalgılar üçlüsü nedir, piyano üçlüsü nedir biliyorlar mı? Bir yerde string quartet, yani yaylı sazlar (çalgılar) dörtlüsü diye bir lâf sarfedeceksem, acaba biliyorlar mı ne demek olduğunu? Bildiklerini varsayamazdım, ki bu da işi çok daha kapsamlı tutmayı gerektiriyordu.

İkincisi, bazı şeylerin belirli bir sıklıkla, bir frekans ve rutin üzerinden yapılması gerektiğine inanıyorum. Ayda bir yapmak bence bir rutin oluşturmaz. Ciddî spor yapacaksanız her gün antrenman yapmanız gerekir. Ders veriyorsanız (veya bir konuyu bir ders sistematiği içinde anlatıyorsanız) en azından haftada bir yapmanız gerekir. Haftada bir yapmazsam bende tempo ve rutin duygusu kalmaz. Devamlılık duygusu kalmaz. Bende kalmazsa muhtemelen dinleyicilerde de kalmaz. Yani şimdi bir ay önce ne demişti bu adam? Ben kendi kendime sorarım, ben bir ay önce nerede kalmıştım diye.

“Birlikte Oturup Konuşmak ve Müzik Dinlemek, Güzel Bir Şey; Birlikte Girmek O Duygu ve Estetik Âlemine, Bir İnsanlık ‘Moment’inde Kendimizi Bulmak…”

Onun için, biraz böyle “selam verdiler, borçlu çıktılar” gibi oldu. Zira dedim ki ben yaparsam sonuç olarak haftada bir yaparım ve bütün bir yıl boyu devam eder. İlk “Music Appreciation” sohbetleri böyle çıktı. Böyle başladık ve belirli bir ilgi olduğu görüldü. Gençler istiyormuş böyle şeyleri. Daha canlı bir kampüs hayatı, daha çeşitli aktiviteler, tek tip değil çeşitli kültürler ve kültürleşmeler… Öğrenmek ve içine girmek, denemek, tadına bakmak istiyorlarmış. Nitekim, gene tam hatırlamıyorum ama, gelecek yıllarda devam edecek mi sorusu gündeme geldi. Dedim ki tekrar tekrar aynı şeyleri yapamam. Şöyle bir üç yıllık döngü teklif edebilirim: bir yıl “Music Appreciation.” İkinci yıl “Art Appreciation” (resim ve heykel). Üçüncü yıl şiir tahlilleri yaparım, “Poetry Appreciation.” dolayısıyla 3 yıllık bir döngü içinde, üçünden de bir tadımlık vermiş olabilirim. Böyle üç yıllık bir program olur ve dördüncü yıl gene başa döndüğümde, ilk klasik müzik dizisini izlememiş bir öğrenci kuşağı gelir karşıma. İkinci baskı olmaz onlar için. Bu şekilde başladım. Ama pek öyle olamadı tabii. Çünkü birinci sömestirin sonuna yaklaşırken, ki tam Beethoven’a gelmiştim, araya COVID ve kapanma girdi. Yüzyüze eğitimden zoom’a geçiş girdi.

Burada temel mesele: Niye yapıyorum? Hoşuma gittiği için yapıyorum. Paylaşmak için yapıyorum. Hayallerim… çok iddialı hayallerim yok benim. Kampüste yaşıyor olsam, akşamları lojmanımda yapardım bu sohbetleri (ve daha birçok dersimi). Birlikte oturup konuşmak ve müzik dinlemek, güzel bir şey. Müzik ayrı bir dil. Sözcüklerle anlatması, normal konuşma diline dökülmesi çok zor. Gene de, elimden geldiği kadar bunu yapmaya çalışmak, sonra da dinlemek birlikte, birlikte girmek o duygu ve estetik âlemine, bir insanlık “moment”inde kendimizi bulmak.

“Gençliğe, Kampüse, Öğrenci Kitlesine, Kendi Kendimize, Duygularımızı, Duygusal Derinliğimizi, Duygusal Zekâmızı İade Etmek… Evet, Böyle Bir Mesele Var Benim İçin”

Hocam şimdi aklıma geldi de, güzel bir tesadüf de oldu, siz müzik, resim ve şiir zevki kazandırmaktan bahsetmişken… Bir kitapta diyor ki, giderek dijitalleşen, sayısallaşan dünyaya romantizmini geri vermek lâzım. İşte dünyaya şiirini, müziğini geri getirmek lâzım. Ya da, dünyanın şiirini, müziğini yeniden duyabilmesine çaba göstermek lâzım. Bu anlamda, hani belki üniversiteye romantizmini iade etme, geri getirme çabası diyebiliriz belki sizin bu girişiminize de…

Üniversiteye duygusallığını, duygusal zekâsını (emotional intelligence); gençliğe, kampüse, öğrenci kitlesine, kendi kendimize, duygularımızı, duygusal derinliğimizi, duygusal zekâmızı iade etmek… Evet, böyle bir mesele var benim için. Herhalde buna uğraşıyorum. Yani buna uğraşıyorsam, kendimi mutlu sayarım. Beni sadece bu konuda değil, akademik derslerimde de dürten bu zaten. What makes me tick. Hani bir insanın zembereği vardır ya, tik tak tik tak tik tak, ne çalıştırıyor o insanı? Eh, bu işte. Hocalık da biraz bu zaten. Eğer severek yapıyorsanız, eğer varoluş biçiminiz buysa hayatta. Demek ki bir şeyler paylaşmak istiyorsunuz. Demek ki bir şeyler vermek ve aynı zamanda almak istiyorsunuz. Bu da duyduklarınızı ve düşündüklerinizi paylaşmak anlamına gelip dayanıyor.

Örneğin ikinci hafta yaptığım Schubert sohbetinden sonra bir iki öğrenci ile konuşuyordum. Tabii müziğin özel bir zorluğu var. Başka bir dil. Ne diyorsa, ne demeye çalışıyorsa, normal insan dilinin, konuşma dilinin cümleleri, sözcük ve kavramları ile değil, bambaşka bir dil üzerinden anlatıyor. O dile vakıf olmak da o kadar kolay değil. O dili normal konuşma dilimize tercüme etmek çok zor. O müzik cümlesinin, orada ifade edilen kederin, yasın, üzüntünün veya coşkunun, her neyse, sözcüklerle karşılığını bulup söylemek çok zor. O Schubert sohbetinin sonunda Schubert’in “Death and the Maiden” (Genç Kız ve Ölüm) kuartetinin 2. bölümünü dinletmiştim. Bana çok güzel geliyor. İçim eziliyor âdetâ. Ama acaba dinleyenler, o salonda toplanan genç erkek ve kadınlar aynı şeyi hissediyor mu? O güzelliği nasıl algılıyorlar? Bunu nasıl sözcüklere dökebiliriz? Nasıl konuşabiliriz bunun hakkında? Bunlar benim kafamı çok kurcalıyor. Bunu arıyorum. Orhan Veli’nin dizeleri vardır ya “Moro Romantico” şiirinde: “Bir yer var, biliyorum; / Her şeyi söylemek mümkün; / Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; / Anlatamıyorum.” Müzik hakkında konuşmaya çalışmak bunu andırıyor.

“Hayatımızın Pek Çok Unsuru, Hemen Bütün Kültürel Edinimlerimiz Gibi, Müzik Zevki de Bir Acquired Taste’dir, ‘Zamanla Edinilen Bir Zevk’tir Kuşkusuz”

Hocam bir felsefeci (Adorno) şöyle demiş: “Schubert’in müziği karşısında, gözyaşları ruha sormadan gözlerden dökülür giderdi.” Sizin “anlatamadığınız”, sözcüklerle karşılığını bulup söylemenin çok zor olduğu bu şey, belki müzik zevki diyebiliriz, çabayla kazanılacak bir şey midir, yoksa doğuştan gelen bir yeti mi? Bir ikincisi, örneğin “müzik kulağı” diye bir şeyden bahsederiz. Bu sohbetlerden gereken faydayı sağlamak için müzik kulağı şart mı?

Hayır, hiç yok böyle bir şart. “Müzik kulağı” salt dinlemek için gerekli değil hiçbir şekilde. Daha ileri zevkler için gerekli olabilir, müziğin ince nüanslarını, detaylarını daha iyi farkedebilmek, sonradan hatırlamak, belki ıslıkla çalmak veya mırıldanmak, ya da enstrüman öğrenmek gibi. Ama oturup dinlemek için, asla.

Zaten açık söyleyeyim, eğer böyle bir yetenek şartı olsaydı, bu kadarcık bir müzik kültürü çabayla kazanılacak bir şey olmasaydı, en başta ben bunu asla yapıyor olmazdım. Her şeyden önce, kendim klasik müzikten veya belki hiçbir müzikten zevk alamıyor olurdum. Çünkü benim aslında çok kötü bir müzik kulağım var. Müzik kulağından notaları, tınıları, akorları iyi bir şekilde birbirinden ayırt edebilmeyi, iyi şarkı söyleyebilmeyi, bir melodiyi iyi taşıyabilmeyi, geçtim enstrümanı, iyi ıslık çalabilmeyi filan anlıyorsak, bende hiçbiri yok bunların. Islık çalamam, doğru dürüst şarkı söyleyemem, sürekli detone olurum. Gençliğimde arkadaş sohbetlerinde, sofrada filan şarkı söylemeye kalktığımda, benim üzerime atlayıp sustururlardı. Hani Asteriks resimli romanlarında Kakafoniks var ya, çok kötü şarkı söyleyen köy ozanı. “Şimdi size bu konuda bir şarkı söyleyeyim” dediği anda hemen üzerine atlayıp ağzını tıkıyor ve bir ağaca bağlıyorlar… İşte o benim, tıpkısının aynısı. Ortaokulda solfejim, nota okumam o kadar kötüydü ki, (genelde sınıfın en iyi öğrencisi olduğumdan) başıma bir kaza gelmesin de ikmale kalmayayım diye, müzik öğretmenlerimiz Hüseyin Bey ve Hamdi Bey (soyadlarını hatırlayamıyorum) beni solfeje kaldırmak yerine kompozisyon yazdırırlardı, Beethoven’ın, Brahms’ın hayatı üzerine. Bir zamanlar ortaokul bitirme sınavları vardı. Ben Çaykovski üzerine bir kompozisyon yazıp, getirip sözlüde, mümeyyizlerin önünde okuyup, sorulara cevap verdim, müzik dersinden öyle geçtim de bitirmeyi başardım ortaokulu.

Ama evet, sonuçta yazardım, çünkü iyi bir dinleyiciyim ve dinleyiciydim, görüyorsunuz. Dinleyerek, bir kültürel alışkanlık kazanarak çok zevk almak mümkün. O pek fazla müzik kulağı meselesi değil. Çok dinlemek meselesi ve konsantre olarak, severek, isteyerek, zevk alarak dinlemek meselesi.

On yaşımda, orta hazırlıktayken bizim eve ilk defa elden düşme bir pikap ve bazı eski plaklar alındı. Her nasılsa zevkine vardım ve sürekli klasik Batı müziği dinliyorum, demek 65 yıldır. Hayatımızın pek çok unsuru, hemen bütün kültürel edinimlerimiz gibi, bu da bir acquired taste’dir, “zamanla edinilen bir zevk”tir kuşkusuz. Ben o kötü müzik kulağımla, daha on yaşımda bazı şeyleri dinleyip sevebildiğime göre, herkes dinleyip sevebilir sanıyorum. Şimdi şurada, Beethoven’ın Appassionata’sını veya keman konçertosunu veya 5. senfonisini yüksek sesle söylemeye kalksam, hepiniz kaçarsınız buradan. Ama kendi kafamda duyabiliyorum bunları. O kadar çok dinledim ve o kadar iyi tanıyorum ki, kendi kafamdan çalabilirim âdetâ. Benim kadar müzik yeteneği olmayan bir insan sırf dinleme alışkanlığı ile buraya gelebildiyse, herkes gelebilir. Bu Music Appreciation sohbetlerinin, ilgi duymak ve öğrenmeyi istemek dışında hiç ama hiçbir önkoşulu yok, bu açıdan.

“Müzik Profesörü Olmaya Değil; Klasik Müzik Dinlemeyi Öğrenmeye, Hayatınıza Bir Zevk, Renk ve Estetik Boyutu Katmaya Çalışıyorsunuz”

Hocam “çok dinlemek meselesi” dediniz ama peki “neyi” çok dinleyeceğiz? Bu bir kültürel ortam, yetiştiğiniz kültürel iklim meselesi değil mi?

Dünkü sohbetten sonra da birkaç arkadaş sordu. Bir plana göre mi dinleyelim, neye göre dinleyelim? Ben de kendiniz araştırarak dinleyin, gönlünüze göre dinleyin dedim. Şimdi neden ancak öyle olabileceğini anlatmak istiyorum. En basiti, sıkıcılıktan kaçınmak lâzım. Ben kendi kendime çocukluğumda, ilk gençliğimde şöyle planlar yapsaydım, şimdi bu ay her gün Beethoven’ın 32 piyano sonatının her birini sırayla dinleyeceğim, veya bu ay sadece Chopin’in mazurkalarını veya polonezlerini veya noktürnlerini eksiksiz, sırayla dinleyeceğim diye… herhalde ilk haftanın sonunda patlardım sıkıntıdan. Yani öyle ilâç niyetine yutulması gereken bir hap gibi yapılırsa, ya da eski Sovyet Beş Yıllık Planlarına benzetilirse, tadı kaçar bu işin. Eğer bir konser piyanisti iseniz, meselâ Artur Schnabel, Wilhelm Kempff, Daniel Barenboim veya İdil Biret’seniz ve Beethoven’ın bütün sonatlarını konserde çalmaya veya plak, CD vb olarak kaydetmeye hazırlanıyorsanız, tabii bunu yapabilirsiniz çalışmak, hazırlanmak uğruna. Ama dinleme zevki açısından önermem kesinlikle. Nâzım Hikmet Bursa hapishanesinde yatarken karısı Piraye’ye haber veriyor: “Karar verdim, her akşam saat dokuz ile on arası sana şiir yazacağım.” Bir süre yapıyor, ama yapamıyor zamanla. 20 Eylül 1945’te başlıyor. 20-26 Eylül kesintisiz. Sonra atlayarak gitmeye başlıyor. 30 Eylül ve 1-2 Ekim. 5-10 Ekim. Boşluklar büyüyor gitgide. 18 Ekim. 27-28 Ekim. 5 Kasım. 8 Kasım. 12-13 Kasım. 20 Kasım. Sonra 4 Aralık 1945 Tan Olayı ve onun öfkesiyle 4-7 Aralık şiirleri. Son olarak da 12-13-14 Aralık. Bitiyor orada. İçlerinde harikulade şeyler de var. Ama giderek zorakileşiyor, mekanikleşiyor ve üç ay götüremeden bırakıyor. Diyeceğim, kendinize şiir, müzik, sanat, edebiyat alanında ister yaratmak ister izlemek/dinlemek/öğrenmek bakımından böyle reçete gibi bir şey yazdığınızda, bunun sonu iyi olmayabiliyor. Müzik profesörü olmaya çalışmıyorsunuz; klasik müzik dinlemeyi öğrenmeye, hayatınıza bir zevk, renk ve estetik boyutu katmaya çalışıyorsunuz. Bunun gerektirdiği doğallık, kendiliğindenlik kayboluyor.

Kendime döneyim. Demin dediğim gibi, on yaşımda ve yatılı okuldaydım. İlkokulu erken bitirmiştim. O zamanki adıyla İzmir Koleji, şimdiki adıyla Bornova Anadolu Lisesi’nde yatılı okuyordum. Annem ve babamın kişilikleri itibariyle, çok entellektüel ama maddi koşullarımız bakımından çok mütevazı bir aşağı-orta sınıf ailesinden söz ediyoruz. İzmir’de bir arkadaşlarının elden düşme pikapını ve gene elden düşme plak koleksiyonunu satın almışlardı. Bizim eve ve benim hayatıma klasik müzik böyle geldi. O kadar elden düşme bir koleksiyondu ki, büyük kısmı eski 78’lik plaklardı. Onlarla birlikte 25-30 tane de 33’lük long-play plak vardı. Böyle dinlemeye başladım. Ve hafta sonları eve geldikçe dinledim ve dinledikçe hoşuma gitti. Yani daha önce hiç kafamda klasik müzik dinleme fikri yoktu. Bu iyidir, doğru müzik budur, bunu dinle ve öğren dememişti (ve demedi) kimse. Hoşuma gittiği için dinlemeye devam ettim. İlk neler dinlediğimi de çok iyi hatırlıyorum. Tabii çok melodik ve on yaşında bir çocuğun ruhuna çok hitap edecek şeylerdi. Edouard Lalo’nun bir parçası, Symphonie Espagnole (İspanyol Senfonisi), ki beş bölümlü çok hafif, çok neşeli, çok kolay kulağa takılan bir keman konçertosudur aslında. Ve Çaykovski’nin Beşinci Senfoni’si, inanılmaz derecede romantik, ultra-romantik diyebileceğimiz, Slav melankolisiyle dolu, gene on yaşındaki bir çocuğun romantik hayallerine, hormonal nedenlerden dolayı aşırı duygusal karakterine, hüznüne, özlemlerine ve duygu fırtınalarına çok hitap eden bir şey. İlk kez bu ikisini dinledim ve çok sevdim. Arkasından Brahms’ın keman konçertosu geldi, Rimsky-Korsakov’un Şehrazat’ı geldi. Yani o 25-30 plağı belirli bir sıra gözetmeden tükettim dinleye dinleye. İzmir Müzik Okulu daha yeni İzmir Devlet Konservatuvarı’na dönüşmüştü. Orhan Barlas ve Seride Barlas başındaydı. 250 bin kişilik bir İzmir’den bahsediyoruz, entellektüel elitinin küçücük olduğu, bu kesimde neredeyse herkesin birbirini tanıdığı bir İzmir’di. Pazar günleri Orhan Barlas İzahlı Müzik Dinletileri yapardı. Klasik müziğe meraklı 20-30 kişi katılırdı. Biraz giriş konuşmaları yapardı ve ondan sonra bir şeyler çalardı. Annem ve babam ile birlikte onlara da giderdik hafta sonları.

“Gençlik Yıllarında; En Güzel, En Coşkulu, En Heyecanlı, Her Şeyin Çok Keskin Bir Şekilde Algılandığı Yıllarında, İnsanın, Kendisine Neyin Güzel Geldiğinin, Gönlünü Neyin Okşadığının Peşinden Gitmesi Lâzım”

Sonra Robert Kolej sınavlarını kazandım ve burslu olarak İstanbul’a gittim. Daha 14 yaşındaydım. Aile dostlarımız vardı, Mekin ve Evinç Dinçer. Evinç Teyze velim oldu. Zaten beni kızlarının yanı sıra bir de oğulları gibi bağırlarına basmışlardı. Hafta sonları Robert’ten çoğunlukla onların evine çıkardım. Mekin Amca iktisatçıydı ve yüksek lisansını Amerika’da yaparken edindiği çok güzel bir klasik müzik koleksiyonu vardı. Yaklaşık yüz plak vardı, belki daha fazla. Benim için sanki yok yoktu. Hafta sonları evlerine çıktığımda oradan seçer ve dinlerdim. Birçok besteciyi, eseri, orkestra şefini, kemancı veya piyanisti ilk o evde tanıdım. Tek tek plakları hatırlarım hâlâ. Örneğin 9 Kasım tarihli dördüncü sohbetimde çaldığım Rachmaninov’un 2. Piyano Konçertosu’nu (Rus asıllı Amerikalı piyanist Eugene İstomin’den), Beethoven’in 7. Senfoni’sini (Paul Paray ve Detroit Senfoni Orkestrası’ndan), sonra Mussorgsky’in Boris Godunov operasını (sanırım ünlü Bulgar basso’su Boris Christoff’tan) ilk defa o evde dinledim. Çekilirdim bir köşeye, çok fazla açmazdım pikabın sesini. Plak arkalarını okumaya da çok meraklıydım, çünkü long-play plakların arkasında eser, performans, kompozitör, piyanist vb etrafında gezinen, genel kamuoyuna yönelik program notları olurdu. Hem dinler hem de o program notlarını okurdum. İlk kültürümü oralardan edindim. Herhalde rahmetli Mekin Amcanın koleksiyonunda bir kaç kere dinlemediğim plak kalmamıştır, lisede geçen üç yılım boyunca. Ama hiç öyle belirli bir sıraya göre dinlemedim. Aaa, burada Haçaturyan’ın keman konçertosu var, neymiş bakalım dedim. Sevdiysem sevdim; sevdiysem beş kere dinledim, on kere dinledim. Sevmediysem birden fazla dinlemedim.

Aynı şey, Robert Kolej’deki olanaklar için de geçerli. Bir Audio-Visual Center vardı örneğin. Keza esaslı bir diskoteği ve birkaç dinleme kabini vardı. Gider, kütüphane fişlerinden bakar, seçer ve ödünç alır, kabininize geçip oturur, pikaba koyar, kulaklığınızı takıp dinlerdiniz doyasıya. Geçenlerde ölen ünlü şef Bernard Haitink’in yönettiği Brahms 4. Senfoni’yi dün gibi hatırlıyorum. Bir de Klasik Müzik Kulübü vardı yüksek kısımda, eski adıyla Hamlin Hall’un ikinci katında (lise ve yüksek kısım aynı kampüsteydi, şimdiki Boğaziçi Üniversitesi ana kampüsündeydi o zamanlar). Oraya da giderdik, ben ve birkaç arkadaş, genellikle iyi karşılanmakla birlikte, zaman zaman bazı hırçın tipler tarafından kovulmak pahasına. Bir yandan da harçlıklarımı biriktirirdim biriktirebildiğim kadar. Karaköy’de, Ağaç Tulumba Sokak diye dar bir ara sokakta bir ithalatçı vardı, sanırım Erengül veya öyle bir şeydi adı. Sovyet plakları (MK, Mezhdunarodnaya Kniga) getirirdi; çok ucuzdu Alman ve Amerikan plaklarına kıyasla. Şişli Osmanbey’deki Aras plakçılıkta bir Columbia, RCA Victor veya DGG long-play’i 90-105 TL iken, Sovyet plakları 30-35 liraydı. 1961-64 yıllarından söz ediyorum. Sömestir sonunda, kâh gemiyle kâh Bandırma üzerinden (gemi-tren aktarmalı İzmir’e) yollanmadan, cebimde 150-200 lirayla yollanırdım Karaköy’e. O küçük yazıhaneden oturup saatlerce plak seçerdim, birini bırakıp birini alarak. Sonra beş altı plakla çıkardım ve çok sevinirdim, annem babam da sevinecek diye. Amerika’da, Yale’de devam ettim plak satın almaya. Orada mesele indirimli satışları kollamaktı. Normalde 5-6 dolar olan plaklar 2-3 dolara düşebiliyordu indirimde. Aylık harçlığım 50 dolar olduğundan, çok önemli bir farktı.

İşte böyle böyle, iyi bir dinleyici oldum sonunda. İyi bir “müzik kulağı” değil ama iyi bir “kulak hafızası” peydahladım. Herkes de isterse yapabilir ve ister bu merakıyla, ister başka hobileriyle hayatını zenginleştirebilir, kuru kuruya öğrencilik yapmaya kıyasla. Gençlik yılları en güzel, en coşkulu, en heyecanlı, her şeyin çok keskin bir şekilde algılandığı yılları insanın. İnsanın kendisine neyin güzel geldiğinin, gönlünü neyin okşadığının peşinden gitmesi lâzım. Başka bir şey tavsiye edemem. Yani şiir okumak istiyorsanız, ne bileyim, alırsınız Orhan Veli’yi veya Oktay Rıfat’ı veya Cemal Süreya’yı veya Edip Cansever’i veya Turgut Uyar’ı ve okumaktan zevk alıyorsanız okursunuz ve tekrar okursunuz ve tekrar okursunuz ve tekrar okursunuz. Ve sevdikleriniz ile sevmedikleriniz ayrışmaya başlar. Mesela ben Cemal Süreya’dan aldığım zevki Ece Ayhan’dan almam. Yani Ece Ayhan tutkulusu varsa aranızda özür dilerim ama almam, ne yapayım. Can Yücel’den de almam. Can Yücel’in bazı şiirlerini inanılmaz severim ama espri ve mizah duygusu ve biraz da küfredebilme özgürlüğü uğruna muazzam lirik yeteneğine haksızlık ettiğini düşünürüm. Can Yücel’in öyle mısraları var ki, öyle bir lirizm telaffuz edilmemiştir Türk şiirinde.

Birini söyleseniz hocam.

Karanlıkta kibrit çakıyorsun badem çiçeklerini görmek için / Mart denizlerinde tedirgin bir çift sarnıç gemisi gözlerin / Bir iş açacaksın başımıza, yangın mı olur artık bahar mı? Bakın, üç satır hepsi. “Karanlıkta kibrit çakıyorsun badem çiçeklerini görmek için.” Can’ın Marmaris’teki bahçesinde badem ağaçları vardı. Bahar gelirken önce bademler çiçek açar. Gece. İki sevgili karanlıkta. Birisi kibrit çakıyor, neden olursa olsun. O duygu yoğunluğunda, yanyana badem çiçeklerine bakıyorlar. “Mart denizlerinde tedirgin bir çift sarnıç gemisi gözlerin.” Sarnıç gemisi: tanker. Tankere ne yüklenir? Petrol, benzin, gaz. Neden “Mart denizleri”? Çünkü bahar geliyor; bu iki sözcük tarih veriyor bize. Mevsim bahardı, aylardan Marttı demiyor; böyle imâ ediyor. Peki kadının gözleri neden bir çift sarnıç gemisi, yani tanker gibi? Çünkü alkol yüklü, çünkü içmişler, gözlerine vuruyor. “Bir iş açacaksın başımıza, yangın mı olur artık bahar mı?” Çakılan kibrit ya gözlerinden başlayarak ikisini de tutuşturacak, yani bir aşk yangını olacak, ya da gece ışık çaktığı için karanlıkta badem ağaçları bahar geldi zannedecek ve büsbütün çiçek açacak, baharın gelişi hızlanacak. — Yok Türk şiirinde böyle bir üç satır. Yani bu kadar kafadan, spontane, konuşma veya kendi kendine mırıldanma sedasıyla söylenmiş, üç mısraya sığdırılmış bütün bir hayat ve sevgi yok Türk şiirinde. Onun için diyorum ki Can Yücel’in benzersiz bir lirizmi, lirik kapasitesi vardı.

Yani nereden geldik buraya? Kendi zevkinizi oluşturursunuz. Bazısını seversiniz; bazısını sevmezsiniz. Her şeyi de sevmek zorunda değilsiniz. Önemli olan, dinlediklerinizden veya okuduklarınızdan hayatınızı, duygu ve düşünce dünyanızı, insan olarak var olma kapasitenizi derinleştiren bir şeyler alıp almadığınızdır. Ben daldım bu denize kendi bildiğim, aklıma estiği gibi. Mekin Amca’nın plak koleksiyonlarını dinleyerek, aklıma estiği gibi, yani burada ne var acaba? Bakıyorum karıştırıyorum. Zaten alfabetik sırayla. Acaba Beethoven mı dinlesem, Mozart mı dinlesem? Bir şey çekip alıyorum ve onu dinliyorum.

Hocam biraz klişe olacak ama siz ailenizden, çevrenizden öyle görmüş ve kendinizi öyle yetiştirmişsiniz. Bu bir çevre meselesi, içine doğulan kültür meselesi değil mi bir bakıma?

Eh, evet, öyle, ama mutlak değil bu çevre ve aile determinizmi. İnsanlar çeşitli ufuklara açılabilir, bunların dışına çıkarak. Zaten neden yapıyorum bunu? Bende olan bir şeyi paylaşmak için yapıyorum. Başka türlü almamış veya alamamış olabileceklerini düşünebileceğim şeyleri paylaşmak için yapıyorum. Öyle bir önyargım da yok ama, belki benim içimde büyüdüğüm gibi bir aile ortamında büyümediler. Belki öyle bir liseye gitmediler, belki öyle bir müzik öğretmenleri olmadı. Sonuçta iş yine kendimizden ne verebiliriz’e geliyor. Hepimiz farklı çevrelerden, farklı ortamlardan, farklı alt-kültürlerden geliyoruz. Ve benim kafamda herhangi bir alt-kültürün başka alt-kültürlere üstünlüğü (veya eksikliği) diye bir şey yok. Ben sadece kendi edinmiş bulunduğum kültürü paylaşmaya, aktarmaya çalışıyorum.

Tabii muhtemelen epey tafsilatlı bir konu ama biraz daha detaylandırmanızı merak da etmiyor değiliz. Bir yerde diyorsunuz ki, “… Başlı başına klasik müzik, hem daha çok laik alla franca kesimlerin beğenisi. Hem de bazılarının gözünde tek doğru, ileri, Batılı, olması gereken müzik. Yani kültürel bir tekel, bir tür fetiş, bir sınır taşı, ayırım çizgisi.” Hattâ o kesim için “Batılılık ölçütü, bir mutlaklık…” İnsanlar için Batı Klasik Müziği ne anlam ifade etmeli sizce; ya da bu müziği bilmek, farkında olmak?

“Ne anlam ifade etmeli”ye normatif bir cevabım yok aslında. Bir zevk ve kültür fanatiği değilim. Bu alanda (belki hiçbir alanda) bir dogma sahibi değilim. Kültürel çeşitliliğe kapsamlı bir görelilik anlayışı içinde bakıyorum. Bu müzik, benim dinlemeye alışkın olduğum ve en çok zevk aldığım müzik. En derin ve karmaşık bulduğum müzik. Çok çeşitli anlam katmanları bulduğum müzik. — Ama bu benim kendi zevkim, benim kendi hayatımın ve kültür dağarcığımın bir parçası.

Dolayısıyla normatif hiçbir şey, hiçbir emredicilik veya bağlayıcılık sunmuyorum bu sohbetlerde. Sadece, isterseniz bunu da bir deneyin, bir tadına bakın diyorum. Sevebilir veya sevmeyebilirsiniz; en azından, böyle bir şeyin farkında olun. Bir İnsan ve Toplum Bilimleri üniversitesinde okuyorsunuz. Eh, bu da insanlığın ve yeryüzü toplumlarının bir parçası. Hayatınızı belki çeşitlendirir, belki çeşitlendirmez. O size, kendi potansiyelinize, kendi zevkinize, kendi ruhunuza bağlı. Önemli olan, bu zevki bütün bir “medeniyet projesi”yle, ya da herhangi bir ideo-politik projeyle bire bir bağlantılandırmamak.

Ama her müziğin arkasında bir hayat tecrübesi, bir zihnî serüven, bir medeniyet telakkisi, dünya görüşü yok mu?

Hem evet, hem hayır. Başlangıç veya köken olarak, evet. Ama o dünya görüşü veya medeniyet telâkkisine indirgemek bakımından, hayır.

“İnsanların Farklı Coğrafya ve Kültürler İçinden Yarattığı Bir Yığın Şey, Sırf Kökenleri ve Doğum Lekeleriyle Sınırlı Kalmıyor”

Klasik Batı müziği, adı üstünde, Avrupa’da gelişen bir müzik türü. Erken Ortaçağda, 6. ve 7. yüzyıllarda kilise âyinleriyle; kutsal metinlerin, duaların, ilâhîlerin şarkı gibi, inişli çıkışlı söylenmesiyle, şarkımsı bir şekilde chant edilmesiyle başlıyor. Bir bakıma, Kuran tilâveti gibi aslında. Ama sonra, Kuran tilâvetinde ve İslâm ibadetinde olmayan bir şey yaşanıyor. Hıristiyan inancı ve ibadetinin kendine has “insan-tanrı” merkezli karakterinden kaynaklanan bir olay. Diğer büyük tektanrıcı dinlerin peygamberleri salt insan. Herhangi bir ilâhî karakterleri yok. Buna karşılık Hazreti İsa, Hıristiyanlar için İsa Mesih, hem insanî hem ilâhî, ikili bir karaktere sahip. Tanrının hem elçisi hem oğlu. Bu “Tanrının Oğlu” niteliğiyle, insan-tanrı. Dolayısıyla kendisine iman ve ibadet ediliyor. Hattâ öyle ki, Hıristiyan ibadetinin çok büyük kısmı Baba Tanrı değil Oğul Tanrı, İsa Mesih etrafında dönüyor. İsa’nın hayatı ve hayatının Kudüs’e girmesiyle başlayıp çarmıha gerilmesi ve ardından göğe yükselmesiyle noktalanan son günleri, yani passio’su, çilesi, ızdırabı, hem bir bütünüyle, hem tek tek episodlarıyla, dramatize edilmeye çok yatkın. En önemlisi, merkezinde (edebî ve dramatik anlamıyla) trajik bir kahraman figürü yer alıyor.

Dolayısıyla Katolik Kilisesi’nin missa âyini, âdetâ bir temsile, bir sahnelemeye dönüşüyor ve giderek karmaşıklaşıyor. Müzik de âyinin daha etkili ve gösterişli kılınmasında çok önemli bir rol üstleniyor. İlâhîleri inişli çıkışlı söylemek giderek daha melodikleşiyor, müzikalite kazanıyor. Chant etmekten şarkılaşmaya geçiş yaşanıyor. Sesler (tenör, soprano, bas, bariton) giderek yetkinleşiyor ve şarkıcılar arasında rekabet baş gösteriyor. Korolar daha iyi ve daha iyi eğitiliyor. Enstrümanlar devreye giriyor: org, klavsen, nefesliler (trompetler, kornolar). Zamanla onlara yaylılar katılıyor. Enstrümantalistler de, enstrüman yapımcıları da birbiriyle yarışıyor. Derken bugün de kullandığımız çağdaş notasyon sistemi uç veriyor. Beş çizgili bir porte sistemi üzerinde hem melodinin, hem ritmin (temponun), hem notaların uzunluk-kısalık değerlerinin gösterilebilir olmasıyla, besteciler beste yapmaya ve besteleri (kompozisyonları) her yerde çalınabilir olmaya başlıyor (biraz, yemek kitapları çıkınca, her aşçının kendine özgü tariflerinin artık bütün şato ve saraylarda hazırlanabilir olması gibi). Artık şarkıcılar, korolar, enstrümantalistler ve enstrüman yapımcıları gibi kompozitörler de birbiriyle yarışıyor; eser türleri çoğalıyor ve uzuyor, giderek daha karmaşık hale geliyor.

Bu gelişmelerin bir noktasında, müzik kilise dışına taşıyor; çok fazla ses ve büyük korolar, çok fazla enstrüman ve hattâ hepsini kapsayan orkestralar, hem kiliseye sığmaz, hem kilise çerçevesinde eğitilemez, hem de maliyeti kilise tarafından karşılanamaz hale geliyor. Kiliselerde missa âyini sesler, korolar, orglar ve trompetlerle devam ediyor kuşkusuz. Ama artık orkestralar ve solistler kendilerine başka mekânlar, başka dinleyiciler, başka sponsorlar arıyor. Krallar ve soylular, din dışı aristokrasi giriyor devreye. Saray orkestra ve koroları kuruyor, maaşa bağlıyor, keza ünlü bestecileri saraylarına alıyor ve bu orkestraların başına geçiriyorlar (en iyi örnek Joseph Haydn). Bu çerçevede, tamamen din dışı kompozisyon formları giderek çoğalıyor ve ağır basıyor. Resim, heykel ve mimarîye paralel olarak, müzikte de genel bir sekülerleşme yaşanıyor. Müziğin ana mecrası, kilisedeki kökenini çok geride bırakıyor. Senfoni, konçerto, opera, üvertür, sonat, trio, kuartet, kentet, giderek senfonik şiir ve benzeri formların hiçbir dinî bağlantı veya çağrışımı yok artık. Roman gibi, tiyatro gibi, resim ve heykel gibi müzik de apayrı bir sanat dalı haline geliyor.

Şimdi buna ne diyeceğiz? Hâlâ Hıristiyanlıkla mı özdeş, ya da sırf Batıyla mı özdeş sayacağız bu müziği? Veya şöyle diyelim: geldiği noktada bu müziği sevmek, illâ o “medeniyet tasavvuru”nu (da) sevmek ve benimsemek mi demek? Öyleyse, neden Çin’de, Japonya’da, her yerde bu kadar tutuluyor? Şöyle de sorabiliriz: eğer tarihî bir vakıa olarak Batıdan çıkmış olan her şeyi farklı bir “medeniyet tasavvuru” sayıp, (Batıyı da emperyalizme ve kolonyalizme indirgeyerek) “bize yabancı” diye reddedersek… daha neler girecek bu “yabancı” kategorisine? Klasik Batı müziği her yerde çalınan bir dünya müziği haline gelmişse, İngilizce de bir dünya dili haline gelmiş; İngilizceyi de mi reddedeceğiz o zaman? (Oysa reddetmiyor, hattâ İHÜ’nün esas öğretim dili olarak kullanıyoruz.) Keza doğa bilimlerini ve çağdaş mühendisliği, tıbbı vb de mi reddedeceğiz? Veya romanı, resmi, klasik müzik dışındaki başka her türlü Batı kökenli müziği?

Bunun bir tür çıkmaz sokak olduğu hayli açık bence. İnsanların farklı coğrafya ve kültürler içinden yarattığı bir yığın şey, sırf kökenleri ve doğum lekeleriyle sınırlı kalmıyor. İlk baştaki “sınır” ve “niyet”lerin çok ötesine geçebiliyor; insanlığın ortak mirası haline geliyor. Bu tür ortak miraslardan biri de örneğin klasik Batı müziği. Bize bir olanak sunuyor. İki hafta önce Schubert’in bir kuartetinin ikinci bölümünü çaldığımı söylemiştim. Ölüm, yas ve keder doluydu. Sanırım herkes de çok beğendi, etkilendi, benim kadar hissettiler içlerinde, belki daha fazla. Ama bu ne demek? Müziğin dilinin farklı kimlikleri, aidiyetleri ve “medeniyet tasavvurları”nı enlemesine kesmesi anlamına geliyor. Bu müziği ve bu duyguları sağcısı ve solcusu, dindarı ve dindar olmayanı, muhafazakârı ve liberali… herkes paylaşabilir. Daha baştan paylaşmak istemiyorsanız, bunun “yanlı”ş olduğuna a priori kanaat getirmişseniz, o başka tabii. Ama böyle bir kanınız yoksa… ötesi, sizin kendi kişisel tercihinize kalıyor.

Seminerleri açıklarken “Seçilmiş örneklerden hareketle klasik Batı müziğinin sosyal tarihi” dediğinizi görüyoruz. Nasıl işleniyor seminerler, hangi konular ele alınıyor?

Her sohbetin başında (tekrar edeyim, seminer değil sohbet) belirli bir giriş yapıyorum, konu (o besteci) ve dönemle ilgili. Sonra bunlara daha kısa alt-girişler ekliyorum. Meselâ genel olarak Romantizm, özel olarak müzikte Romantizm; moderniteden, kentlerden, sanayi devriminden, bilimden, alışılmıştan, geleneklerden, rasyonaliteden, ölçülülükten, düzenden, otoriteden, sosyal ve ahlâkî normlardan, şimdiki zamandan kaçış… nerelere kaçış, nasıl tezahür ediyor? Doğaya sığınmak; farklı coğrafyalara, egzotik diyarlara sığınmak; geçmişe, tarihe, özellikle Ortaçağa sığınmak; folklore sığınmak; buradan giderek efsanelere sığınmak; irrasyonale, fantazyalara, hayallere sığınmak; gönlünden geçene, kuralsız yaşamaya sığınmak; spontaneiteye sığınmak; dahî-bireyin yalnızlık ve macera dünyasına sığınmak; limitte, ölüme sığınmak… Herhalde en önemlisi, duygulara sığınmak.

“Romantizmde Gördüğümüz Yalnız Dehalar Kültü ile Klasik Müzikte Büyük Solistlerin Sivrilişi, Bir Şekilde Birbirini Tutuyor”

Duygular ve duygusallık fevkalâde önemli 19. yüzyıl Romantizmi açısından. Goethe Genç Werther’in Izdırapları’nı yazıyor. Yanlış, dolayısıyla mutsuz evlilikler ve bu çerçevede evlilik dışı aşklar, muazzam bir tema. 19. yüzyıl romanı bunun üzerine dönüyor büyük ölçüde. Goethe kendisi 24 yaşındayken yazıyor Genç Werther’in Izdırapları’nı (1774). Werther diye bir delikanlı, başka biriyle nişanlı (sonra evli) Charlotte diye bir genç kadına âşık oluyor. Bir çıkış bulamadığı için intihar ediyor. Avrupa’yı sallıyor bu roman. Orada burada, Werther’i örnek alan bir yığın delikanlının intihar ettiği söylenir. Lord Byron motifi de var; romantik dahi, büyük şair; geliyor, Yunan bağımsızlık mücadelesine katılıyor. Missolonghi kuşatmasında ölüyor. Bir kahramanlar çağı ve kahramanlara inanmak, kahramanları yüceltmek arzusu. İnsanlar reel dünyanın en uzak köşelerine gitmek, dağ tepelerine çıkmak, doğada yalnız olmak, muhayyilenin uzak köşelerine gitmek istiyor. Hem gerçek, fiziksel, coğrafi yolculuklar, hem de duygusal ve zihinsel yolculuklar, her iki anlamda serüvenler yaşanıyor.

Ve bütün bunları içeren fırtınalı, uçlarda gezinen duygular: müzikte nasıl karşımıza çıkıyor? Yeni biçimler sorunu (senfonik şiir, rapsodi, fantazya, impromptu, şarkı). Edebiyatla içiçelik (program müziği). Melodilere düşkünlük. Enstrümanların tını ıskalasının uçlarında dolaşmak. Dahî-bireyin bir tezahürü olarak büyük virtüözler; kemanda Paganini; piyanoda Chopin ve Liszt. Performans sahnesinde devleşen her büyük virtüöz böyle bir deha, Byron-vari veya Faust-vari bir deha… Yani genel olarak Romantizmde gördüğümüz yalnız dehalar kültü ile klasik müzikte büyük solistlerin sivrilişi, bir şekilde birbirini tutuyor. Oradan özel (yerel, ulusal) konjonktürlere geçiyorum; örneğin Almanlar ve “son Almanlar” (Brahms, Schubert, Schumann); sonra Polonyalılar, Macarlar, Çekler, Ruslar, İskandinavlar (neden? çünkü uluslaşma sürecinde geriden geliyor ve yeni tarih sahnesine çıkıyorlar). Bir adım ötede, günün konusu olan besteci. Meselâ Schubert ve hayatı, özellikleri. Ya da Schumann ve hayatı, özellikleri. Ya da Chopin ve hayatı, özellikleri. “Zamanın ruhu”nun (zeitgeist’ının) ötesinde, kişisel serüveninin köşelilikleri. İniş çıkışları, başarı ve başarısızlıkları, sürgünleri, aşkları, hastalıkları.

Ve sonuçta, bütün bunların eserlerine nasıl yansıdığı. “Neden Romantik” sorusuna cevap arayış. Klasik dönem ve stille farkı nerede? Bir “ölüm ve mezar” teması, örneğin… Neden Beethoven buna opus 18 no 1 kuartetinin sadece ikinci bölümünü ayırıyor da, Schubert “Genç Kız ve Ölüm” kuartetinin tamamını ayırıyor? Ya da Schumann’ın karısı Clara Wieck’e olan tutkusu, nasıl ifade buluyor “Bir Kadının Aşkı ve Hayatı” başlıklı şarkılar dizisinde? Tek tek eserlere giriş açıklamaları, bu bağlamda: Şimdi bu eserde özellikle neye dikkat edelim dinlerken? Veya: burada ne duyuyoruz? Örneğin Schumann, sonra Çaykovski ve Rachmaninov’un piyano konçertolarındaki bu kabaran (swelling), göğe yükselen (soaring), rüzgârda ağaçlar gibi sallanan veya deniz gibi gidip gelen (swaying), şarkı söyleyen (singing), iç çekip göğüs geçiren (sighing), ancak bu gibi terimlerle anlatabildiğim melodiler, neden ve nasıl farklı Mozart ve Beethoven’ın piyano konçertolarından? Böyle böyle, lâfı çok fazla uzatmadan, müzikle dinleyici arasına çok fazla girmeden, izahlı dinletiler sunmaya çalışıyorum.

“Ahmet Evin Benim Hakkımda The Context Person Demişti; Bağlamların Adamı Anlamında…”

Ve bir kere daha vurgulayayım; bunlar bir tarihçinin müzik sohbetleri. Bir müzikologun müzik sohbetleri değil. Bu da beni çerçeveleyen çok önemli bir arkaplan. Çünkü bütün yetişme tarzım, bütün müktesebatım, mesleğim itibariyle, yani nasıl öğrendiysem bütün bunları bilmiyorum ama, her şeye böyle bir tarihsel bütünlük içinde bakıyorum. Bu o kadar güçlü bir alışkanlık ki. Tarih benim için uçsuz bucaksız mimari yapı adeta. Çeşitli bloklardan, yapıtaşlarından oluşmuş; işte tarihöncesi, ilk çağ, orta çağ, yeni çağ… Ve sadece müzik alanında değil; her yeni okuduğum kitabı, yeni öğrendiğim her şeyi o bütünsel yapı içinde bir yere oturtmam ve onu oraya yerleştirebilmek uğruna bazı şeyleri değiştirmem, birilerini çıkarıp birilerini koymam gerekiyor. Bu benim kişisel formasyonum, kişisel takıntım; bir bütünlük arzusu var, bir bütünlüğü kavrama, bütünü görme arzusu var. Meselâ şurada burada, dergilerde, yeni literatürde, internette yeni bir makale okuyorum ve anlıyorum ki örneğin prehistorya bilgilerimde o iki taşı çıkarıp onların yerine şu üç taşı koymam, yani yeniden kurgulamam lâzım. Bilgimin o kısmını derslerime de yansıtıyorum. Yıldan yıla bazı şeyler değişiyor. Büyürken, gençliğimde, lisede, üniversitede, Amerika’da hep bu böyle oldu. Yani bir yandan tarih bilgim gelişiyor, bir yandan da müzik bilgim gelişiyor ve ikisini ilişkilendirmek arzusundayım. Galiba benim bir şeyi anlamam, sindirmem için onu kontekstine, bağlamına oturtmam gerekiyor.

Hocam, bu her insan için böyle olmalı değil mi zaten?

Yok, şart değil. Bazı insanlar “text insanı” olabilir. Bunu Sabancı Üniversitesi’ndeyken Ahmet Evin söylemişti; o zaman dekandı bizim Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde. Benim hakkımda the context person demişti. Bağlamların adamı anlamında. Bu adam neyi bilir? Bu adam bağlamları bilir. Hakikaten, sıkı metin analizi yapamam demiyorum ama, ders verirken de, bu müzik sohbetlerini yaparken de, her şeyde benim için bağlam çok önemli. Beethoven’ı alıp Fransız Devrimi bağlamına oturtmak; Bach’ı alıp Protestan Reformasyonu bağlamına oturmak (militan Protestanlığın kompozitörü Bach); Mozart’ı alıp Aydınlanma Çağı ve giderek evrenselci bir hümanizm bağlamına oturtmak. Çaykovski’yi Rusya’nın Batı-Doğu ikilemi ve Slav melankolisi bağlamına oturtmak. Bu, benim için anlamanın, yorumlamanın, tercüme etmenin çok önemli bir parçası. Rahat edebilmem için gerekli bir bakıma. Bilgi evrenimi sürekli düzenlemeye ve yeniden düzenlemeye, ansiklopedileştirmeye ve tekrar ansiklopedileştirmeye ihtiyacım var.

Talebeleri, “birlikte öğrenmek, meraklandırmak, heyecanlandırmak istediği[niz] insanlar; ortak bir bilgi projesinin tarafları” olarak gördüğünüzü biliyoruz. İlgiyi nasıl buluyorsunuz seminerlere?

Daha dört hafta oldu (Beethoven, Schubert, Schumann, Romantik piyano konçertoları). Ayrıca çocukların dünya kadar işi var; dönem ortası sınavları da yaklaşıyor; ayrıca tabii birçoğu için yeni bir başlangıç, yani âşinâ olmadıkları bir alan. Bu çerçevede, şu anda galiba 20-25 kişinin geliyor olmasını gayet iyi buluyorum. Sadece nicel değil, nitel açıdan da.

“Kişisel Merak ve Merakın Beraberinde Getirdiği Kişisel İnisiyatif Olmadan Hiçbir Şey Olmaz. Ben O Merakı Tahrik Etmeye Çalışıyorum”

Hocam siz bir yazınızda Alexander Pope’un bir şiirinden alıntı yapıyorsunuz: “Bilginin azı tehlikeli bir şeydir / Ya kana kana iç ya da hiç içme Pieria pınarından…” (A little learning is a dangerous thing / Drink deep or drink not of the Pierian Spring). Yorumluyorsunuz; bilgiye susamışlıktan, öyle azıyla, yüzeyseliyle, kulaktan dolmasıyla, dost sohbetinde bir iki lâf satmaya yetecek kadarıyla idare etmeyi aklından bile geçirmemekten söz ediyorsunuz. Bu seminerlere katılanlar, sonunda nasıl bir donanıma sahip olacak?

Nasıl bir donanıma sahip olacakları konusunda hiçbir şey söyleyemem. Sıfırdan mı başlıyorlar, yoksa evveliyatı var mı, ya da ne kadar var; orasını da bilmiyorum. Ama büyük bir donanım ne umuyorum, ne de vaat ediyorum. Sadece basit bir giriş yapıyorum. Bazı besteciler ve bazı eserleri; bir dinleme alışkanlığı; eser tiplerini, enstrüman grupları ve tınılarını ayırdedebilmek; güzeli farketmek; müziğin uyandırdığı farklı duyguları ve çağrışımları tarif edebilmek; bestecinin ne anlatmaya çalıştığını biraz olsun hissedebilme çabası… Bana göre, bu kadarı yeterli zaten. Her şeyin bir başlangıcı var. Hiçbir bilgi, hiçbir estetik, hiçbir birikim gökten zembille, olgun haliyle inmez; çalışmanız, sürdürmeniz, vazgeçmemeniz, ilerletmeniz gerekir. Yani bunun üzerine bir şeyler inşa edip etmemek kendi meseleleri. Benim yaptığım biraz da name-dropping gibi. Konuşurken lâf arasında bir takım romancı, sanatçı, âlim isimlerinden söz edersiniz. Bazı eser başlıklarını söylersiniz. Artık onları takip edip etmemek, onları araştırıp araştırmamak, okuyup okumamak, ister öğrenciniz olsun ister dostlarınız olsun, o sohbetin diğer muhataplarına kalmıştır.

Hemen ekleyeyim ki derslerimde de sürekli name-dropping yapıyorum bir bakıma. Kasıtlı olarak değil, ukalalık veya bilgi gösterisi amacıyla değil, ama yeri geliyor, içgüdüsel olarak Ernest Gellner diyorum veya Shakespeare diyorum veya Tolstoy diyorum veya Anna Karenina diyorum. Her söylediğim ismi, her zikrettiğim eser başlığını da parantez açıp dakikalarca anlatacak halim yok; ders rayından çıkar. Zaten çıkıyor da bir parça. Fakat kilit sorun: merak edecekler mi? Merak o kadar önemli bir mesele ki… Halil Hoca derste şu şu isimler ve eserlerden söz etti; en basiti Wikipedia’dan okusam mı acaba neymiş? Veya kitabını alsam mı veya youtube’dan tamamını dinlesem mi? Kişisel merak ve merakın beraberinde getirdiği kişisel inisiyatif olmadan hiçbir şey olmaz. Ben o merakı tahrik etmeye çalışıyorum.

Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?

Bu hocalık – öğrencilik ilişkisi tuhaf bir şey. Sonuç olarak siz burada duruyorsunuz ve nesiller boyu öğrenciler gelip geçiyor önünüzden. Onların hayatlarına dokunuyor musunuz, dokunmuyor musunuz? Veya ne kadar dokunuyorsunuz? Ben kendi hocalarımı hatırlıyorum. Gerçekten birçoğu benim hayatıma çok ciddi şekilde dokundu. Bilgi olarak da, duygu olarak da, duruş olarak da, ders verme tarzı olarak da. Aldığımızı vermeye çalışıyoruz. Olay bundan ibaret.

 

Röportaj: Mehmet Emre Ayhan, Can Gülbal, Mahmut Çelik.

Deşifre: Niyazi Cem Ödemiş, Halil İbrahim Aksen.

Fotoğraflar